MÜMTAZ : (Gülerek) Tahmin falan etmedim yahu. İnsanlara ezberletilen şeyleri söyledim sadece. Ben de arayıştayken çok okudum bu teorileri. Tıpkı anlamını hiç bilmeden, hakkında hiç etraflıca düşünmeden ezbere kuran okuyan müslümanlar gibi bir durum bu da. Onların da hali ortada zaten.
Gelin teori hakkında etraflıca biraz düşünelim. Farkında mısınız öyle bir söyleniyor ki sanki ilk insanlar sonradan bu gezegene gelmiş ve doğa olaylarına şahit olmuşlar gibi. Oysa evrimci düşünceye göre insanlar milyonlarca yılda evrildi öyle değil mi ? İyi de bu süreç boyunca gök hep gürlüyordu, şimşekler hep çakıyordu, depremler hep oluyordu vesaire. Bunlar olağan şeylerdi. Teoriye göre insanlar bunların hayatın bir parçası olduğu halde evrilmişlerdi. Bir gün gelip de “Yahu bu şimşeği bizi cezalandırmak için görülmeyen bir güç mü çakıyor acaba ? Öyleyse hadi ona tanrı diyelim ve onu mutlu etmek için bir şeyler yapalım da öfkesini dindirelim” falan mı dediler. Yahu yağmur diner ve hayatlarına kaldıkları yerden devam ederlerdi o kadar. Tıpkı hayvanlar gibi. Siz hiç şimşekten korkup ona karşı duygu geliştiren bir hayvan gördünüz mü ? Oysa onlar da milyonlarca yıldır aynı ortamda yaşıyorlar zira. (Gülerek) Şey mi yani. Onlar evrimin henüz alt basamağındalar ve bir gün onlarda şimşekten korkmaya mı başlayacaklar.
İkinci olarak insanlar görülmeyen şeylere inanmaya nasıl başladılar. Şimdi insanların bildiği her şeyin somut kavramlar olduğu o ilk ana gidin lütfen. Ama iyice yoğunlaşın. Soyutluk kavramı sıfır. Ne oldu, nasıl bir evrimsel süreç sonunda bilinç gelişti de soyut şeyleri akledebilmeye başladılar. Evrim ihtiyaca binaen gelişen ve pekişen süreçler ise nasıl bir ihtiyaç bunu tetikledi. İşin biyolojik ya da anatomik boyutuna hiç girmiyorum bakın daha. Temelde kolunuzda ki hücre ile aynı yapı taşlarına sahip beyin hücreleri nasıl düşünce üretebilmeye, hayal kurabilmeye, veri depolayabilmeye başladılar. Bilim zaten bunun cevabını verebilmekten fersah fersah uzak.
Ölüm sonrası hayat meselesini ele alalım. Bir kere aynı şekilde durduk yere ölümden neden korkmaya başlasınlar ki. Hangi tecrübeye istinaden. Toprağın altının ölüler diyarı olduğuna vesaire nasıl inansınlar. Ölüp dirilen birini mi gördüler de onun söylediklerine inandılar. “Nerede bu dünya arkadaş biz hiç öyle bir şey görmüyoruz” demediler mi ?
Öte yandan muktedirler ile din ilişkisine gelince. Mottosu yahudi Marx’ın “Din toplumların afyonudur.” sözü olan ve baskıcı totaliter yöneticiler halkı yöntebilmek için dini kullandılar deyip devam eden, süslü jargona bezenmiş saçma bir düşünce var malum. Neden mi saçma ?
Olaya iki dönem halinde yaklaşalım bakalım. Birinci dönemde yani daha eski çağlarda topluluklar küçük devletler ise şehir devletleriydi. Bu dönemde her şehrin bir tanrısı ve kahinleri vardı. Evet halklar kralları tarafından zulüm ve zorbalığa maruz kalmışlardı. Ama çok dikkat çekici başka önemli bir unsur da krallarının bu zulmünü olağan görüyorlardı. Çünkü onlar tanrı-krallar idi. Halkları onlara hizmet etmeyi tanrılarına hizmet etmek olarak görüyorlardı. Ve zorlama şekilde değil, tamamen kendi hür iradeleri ile inanıyorlardı. Bu tanrı-krallar da bütün hayatlarını öldükten sonra krallığını devam ettirebilme motivasyonu üzerine kurmuşlardı. Yani idareci için de halk içinde din araç değil amaçtı. Burada asıl soru da bu. Tanrı-kral gibi bir kavrama, yani bir insanın tanrı olabileceğine nasıl ve neden inanıyorlardı ?
İkinci dönemde ise toplumlar kaynaşmış ve farklı dinlerin yolu birbiri ile kesişmeye başlamıştı. Bu dönemde de inanç dinamikleri sadece muktedirlerin isteğine bağlı olarak değil, halkın talebi ile karşılıklı ilişkiler neticesinde dengelenmekteydi. Örneğin Hz. İsa’nın (a.s.) tebliğ ettiği islam inancı Roma coğrafyasında hem ilahi vahye uygun haliyle hem de yahudi pavlus’un türettiği bozulmuş haliyle hızla yayılmıştı. Bu durum karşısında Roma imparatoru Konstantin istemeye istemeye de olsa hem kendinin hem devletin dinini değiştirmişti. Tabi bunu yaparken eski dinleri mithraizmi de terk etmek istemediğinden İznik Konsülünde alınan kararla Hz. İsa’nın (a.s.) haşa tanrının oğlu olduğu kabul edilmişti. Ve bugünkü paganvari hristiyanlık inancı doğmuştu. Bu kez de imparator halkı dinin bu haline inanmaya mecbur etmişti.
Özetle diyeceğim şu ki bahse konu olan ilkel kabile devleti de olsa komplike bir imparatorluk da olsa tarihin her döneminde inanç her zaman yönetimin ve devletin en asli unsuru olmuştur. Evet idareciler inancı her zaman kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmışlardır ama inanç hiçbir zaman araç olmamış her zaman amaç olmuştur.
Biz zaten şu anda işin asıl ilk kısmıyla ilgileniyoruz. Şimdilik tanrı-kral kavramı üzerine kafa yormayı sonraya bırakalım ve yine Hz. İbrahim’e (a.s.) dönelim. Senkronize şekilde bir yandan da sizin sorularınıza cevap verebilmek için biraz gel-gitli anlatıyorum ama karışık gelmiyordur umarım.